Mülteci kavramı ilk olarak uluslararası hukukta tanımlanmıştır. 1967 tarihinde değişikliğe uğrayan 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin 1. maddesinde mülteci kavramının tanımı şöyle yapılmıştır; “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiler”dir.
Vatandaşı olduğu ülke dışındadır.
Vatandaşı olduğu ülke mülteciyi korumamaktadır.
Zulme uğrama korkusu nedeniyle ülkesinden ayrılmıştır.
Zulme uğrama korkusu haklı ve gerçek bir korkudur.
Zulme uğrama tehdidi mültecinin ırkı, dini, tabiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzündendir.
2011 yılının Mart ayında Suriye’de patlak veren olaylar ve iç karışıklıklarla birlikte alevlenen rejim karşıtı gösteriler dünyanın son yıllardaki en büyük insani krizlerinden birinin yaşanmasına sebep olmuş ve burada yaşayan milyonlarca kişi evlerini, ülkelerini geride bırakarak terk etmek zorunda kalmışlardır.
Mülteciler derneği verilerine göre; Türkiye’de geçici koruma altındaki kayıtlı Suriyeli sayısı 15 Mayıs 2020 tarihi itibarıyla bir önceki aya göre 4 bin 252 kişi azalarak toplam 3 milyon 579 bin 332 kişi olmuştur. Bu kişilerin 1 milyon 678 bin 724’ünü (%46,8) 0-18 yaş arası çocuklar oluşturmaktadır. 0-18 yaş arası çocukların ve kadınların toplam sayısı ise 2 milyon 528 bin 459 kişidir. (%70,6) Bunların bir kısmı geçici barınma merkezlerinde bulunsa da çok büyük bir kısmı kendi imkanlarıyla yaşamlarını idame ettirmeye çalışmaktadır.
Geçici barınma merkezlerinde bulunan Suriyelilerin temel sağlık hizmetleri, barınma, beslenme gibi ihtiyaçları karşılanıyor olsa da kaçak gelen yada bu merkezlerin dışında bulunanlar bu imkanlardan faydalanamamaktadır. Tabi ki bu durum barınma merkezlerinde yaşanan sağlık sorunlarından çok daha fazlasıyla karşı karşıya kalmalarına neden olmuştur.
Cinsel istismar / cinsel şiddet
Fiziksel şiddet ve yaralanmalar
Erken evliliğe zorlanmaya bağlı yaşanan sorunlar
İstenmeyen gebelikler / düşükler
Riskli gebelikler
Gebe/bebek/çocuk izleminin yapılamamasına bağlı problemler
Taramaların yapılamamasına bağlı doğumsal anomaliler
Doğum komplikasyonları
Emzirme problemleri/yanlış emzirme/emzirmek istememe
Anemi
Cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar
Cinsel sağlık / üreme sağlığı hizmetlerinden yararlanamamaya bağlı gelişen sorunlar
Doğum kontrol yöntemleri bilmeme / ulaşamama / günah görme
Koruyucu sağlık hizmetleri ve taramalardan yararlanamama/haberdar olmama
Beslenme bozuklukları
Yetersiz beslenmeye bağlı büyüme ve gelişme gerilikleri
Aşı yapılmamamsına bağlı olarak hastalıklardan korunamama
İshal,menenjit, sıtma, tifo gibi bulaşıcı hastalıkların artması
Kişisel hijyende yetersizlik
Kronik hastalıklar ve komplikasyonları
Travma sonrası bozukluklar, depresyon gibi ruhsal problemler
Dil bariyerine bağlı olarak hastaneye gidememe
İnanç kaynaklı sorunlar
Kültüre duyarlı sağlık hizmetlerinin olamayışı
Sağlık prosedürlerinin kendi ülkelerinden farklı olmasına bağlı yaşanan sağlık problemleri
Hekime, sağlık kuruluşuna ve ilaca erişememe
Kötü yaşam koşullarının tetiklediği sağlık sorunları
Sağlık eğitiminden habersiz olma/ ulaşamama
Diş sağlığı problemleri diyebiliriz.
Sağlık hakkı; mümkün olan en yüksek sağlık standartlarına ulaşma hakkıdır ve ilk olarak 1946 da DSÖ tüzüğünde yer almıştır. Daha sonra 1978 de Alma Ata Bildirgesi’nde 1998 de Dünya Sağlık Asamblesi ‘nce kabul edilen Dünya Sağlık Bildirgesi’nde de tekrarlanmıştır. Bu bildiriye göre sağlık hizmetleri tüm toplumu ilgilendirir. Daha sağlıklı bir dünya için, bizim toplumumuzda kalıcı hale gelen mültecilerin de temel haklarının başında sağlık hakkının geldiği unutulmamalıdır.